Sayfalar

18 Kasım 2013 Pazartesi

İş hayatında Popescu olmak

Bir Beşiktaş taraftarı olarak Galatasaray’ın 2000’li yıllardaki kadrosunu ve oynadığı futbolu dikkatle takip edenlerdenim. O yıllarda özellikle UEFA kupasını aldıkları dönemde nam olarak bugüne kıyasla mütevazı bir takıma sahip Galatasaray’ın o zamanki uluslararası başarısı pek çok yönetim felsefesinin uygulanmış haliydi bana göre. Şampiyonlar ligine giriş, oradaki puan kayıpları, daha sonra UEFA’da yoluna devam ediş ve gerisi malum. O takımın çok “kıymetli” oyuncuları vardı. (Dikkat; pahalı değil, kıymetli.) Her mevkide kilit isimler; kalede Taffarel, defansta Bülent, ön liberoda Popescu, orta sahada Hagi, forvette Hakan Şükür. Her birisinin ayrı görevleri vardı hepsi de özveriyle yapıyorlardı görevlerini. Özveriyle. Çünkü bir hedefleri vardı. İnançları vardı ve onları motive eden başka bir şey vardı. Bugün belki de o “şey” olmadığı için Kopenhag maçı için bir milyon euro pirim, orada kayıp puanın telafisi için o bir milyonu öbür maça aktarış. Bu bir daha gösterdi ki para her zaman motive edici bir unsur değilmiş.

O takımda benim dikkatimi çeken isim her zaman Popescu olmuştur. Defanstan topu alan, kilit pozisyondaki takım arkadaşına veren, başka birinin boşluğunu dolduran ve duruşuyla güven veren, gerektiğinde de ileri çıkıp gol atabilen Popescu.

İş hayatında da, futbolda da doğal olarak göze çarpanlar her zaman için gol atanlardır. Forvet gol atınca taçlandırılır, altın ayakkabılar verilir ama savunmacılar gol yemeyince onların vazifesi zaten gol yedirmemektir denir. Satış ekipleri satışlarını yaparlar ve haklı olarak yaptıkları satışlardan farklı oranlarda pirim alırlar. Somuttur. Biz pazarlamacıların yaptığı iş ise somut değerden ziyade soyut değere odaklıdır. Marka bağlılığı, marka değeri, tüketici güveni gibi soyut kavramlar üzerine oynarız biz. Popescu gibi soyut değer üretiriz. Gerektiğinde ileriye çıkar gol de atarız ama bizim asıl vazifemiz gol atılmasına yardımcı olmaktır.

Bu durum iş hayatında üretim ve satış gibi somut değer üretmeyen tüm birimler için geçerlidir. Mesela bir İK’cı personel devir hızını azalttığı zaman takdir görmez. Kendi mecralarındaki yayınlarla mutlu mesut yaşarlar. (Bu sistemleri uygulayabilen şirketleri elbette tenzih ederim.) Ya da bir ikram personeli herkesin misafirlerine yetiştiği için alkışlanmaz.

Aslolan tüm bunların müthiş bir uyum halinde ilerlemesidir. Aynı tiki-taka oyunu gibi. Top defanstan nasıl çıkar, diğer kaleye nasıl girer anlamazsın bile. Bunun için de tüm takımın birbirini çok iyi tanıması gerekir.

Bir zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür

Takımınıza bir bakın. Hedefiniz “ne” diye sormayacağım. Hedefiniz var mı gerçekten? Ekibinizin hepsi bu hedef yolunda mı koşuyor? Yoksa hepsi bağımsız hedefler üzerinde mi ilerliyor? Simon Sinek’in bana göre efsane TED konuşmasına 20 dakikanızı ayırıp bir göz atın isterseniz şuradan. Bu konuşmada Sinek, başarılı şirketler ve liderler için ortaya koyduğu “altın çember” modelini tanıtır. Bir şirket yaptığı işi “neden” yaptığını biliyorsa ve tüm ekibini buna inandırırsa iş zaten kendiliğinden yürüyor. Günümüzün sorunu şu ki; herkes “ne” yaptığını biliyor ama “niçin” yaptığını bilmediğinden anlık kazançlar etrafında dönüp duruyoruz.

2000 yılında Galatasaray’ın bir hedefi vardı ve başardılar. Tüm futbolcular maçlara üç puan için çıkıyorlardı evet ama büyük hedef belliydi. Bir kere inanç oluştuğunda da, hayat da onlarla uyumlu hale gelmişti. Mesela Henry’nin üç metreden vurduğu kafa vuruşu direkten dönmüştü. Penaltıları kurtarır olmuştu Taffarel. Hakan Şükür sırayla adam çalımlayıp gol atar olmuştu alışılmışın aksine. İşte bu soyut süreç gözden kaçtığı için günümüzde olabildiğince somutlaşmış süreçler “hedef için koşan” değil “maaş için çalışan” personelleri doğurmuştur kendiliğinden.

Onun için bizim dünyamızda aslolanın pahalı forvet almak değil, oyunu okuyabilen oyuncular ve hepsini yönlendirebilen Popescu’lara ihtiyacımız var. Resme yukarıdan bakabilen, oyun kurabilen ve gerektiğinde gol atabilen kişiler.
Herkes inanırsa, herkes aynı hedefe koşarsa sonucun gelmemesi mümkün değildir.


Sözde kolay, özde zor; yeter ki öncelikler iyi belirlensin.