Sayfalar

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Duygusal Sermaye


“Deneyimlerimizi kâğıda dökerken taşıdığım niyet, burada aktarılanlar arasında yer alan kısacık bir cümlenin, hatta tek bir kelimenin bile herhangi bir kimseye bir faydasının dokunması ihtimalidir.”

Diye özetliyor deneyimlerini bu güzel kitabın yazarı, bu kitap sayesinde tanımış olduğum, tanımaktan şeref duyduğum, ülkemizde bu felsefelerle yönetilen sanayi işletmelerimizin de olduğunu anlatarak beni mutlu eden değerli insan Sayın Mehmet Semih Söylemez.

AGT firmasını tanımıyordum. Belki direkt tüketici ile bir bağının olmamasından, belki benim ilgi alanıma girmediği için, belki de “tüketici iletişimi” yapmadığı için. Sosyal medya sayesinde önce Duygusal Sermaye kitabını, sonra AGT’yi tanıdım. Günseli Özen Ocakoğlu da bir yazısında bahsedince hemen kitabı edinme ihtiyacı hissettim ve iki günde bitirdim. Kitabın bende bıraktığı iz ne firmanın büyüklüğü, ne çok satanlar listesine adaylığı, ne de firmanın cirosal hacmi. 250 sayfalık bu kitap bir iletişim kitabı adeta. Özünde “insan”ı barından yönetim felsefesiyle yönetilen bir kurum, insana verilen değer, entelektüel birikim.

Kitabın başlarında Mehmet Bey yirmili yaşlarına gelmeden “okumak” ya da “çalışmak” ikileminde kaldığını ve çalışmayı seçtiğini yazmış. Ülkemizdeki çoğu sanayicinin yaşayabilme ihtimali olan sıkıntıların ve çözümlerinin anlatıldığı bir kitap olarak düşündüm ilk etapta. Ancak Mehmet Bey’in anekdotları, örnekleri, alıntıları ve kendisinin entelektüel birikiminin kitaba yansıyan kısmı beni uyardı: “Düşündüğün gibi değil, devam et okumaya” dedi iç sesim. Edip Cansever’le başladık, Baudelaire, Borges, Frits Lang, Dante, Balzac derken entelektüel birikimin iş hayatına nasıl katkıda bulunduğunu tüm yalınlığıyla anlatmayı başardığını gördüm Sayın Söylemez’in. İlk bölümde: “Kurumları yok olmaya götüren yol, tutuculuğun taşlarıyla döşenir.” demiş ve benim özendiğim, hayalini kurduğum, genellikle danışmanlardan okuduğumuz/dinlediğimiz anlatıları, bizzat uygulamış ve tavsiye etmiş okuyuculara. Bir işveren olarak Mehmet Semih Söylemez’in aşağıda bahsedeceğim olaylara yönetsel yaklaşım biçimi bizatihi bu kitabı okunmaya değer kılıyor. Kim bilir, önümüzdeki süreç belki bizleri de bu yollardan geçirecek.

Hayatı bütün olarak görmek lazım. Birikimlerimiz bugün bize direkt bir katkı yapmıyor olabilir ama zamanı gelince başvurulacak değerli bir kaynak olarak bu tecrübeleri okumuş olmayı da kendi haneme artı olarak yazdım bile. Aşağıda kitaptan alınan bölümlere göz atarak neden okunması gerektiğine dair fikir edinebilirsiniz. Bu yazdığım bölümleri gözden geçirirken bazılarına yer vermemeyi bazılarına ise yorum katmayı düşünsem ve denesem de inanın hiç birini kesemedim, hiçbir şey ekleyemedim. O kadar doğru, o kadar güzel, o kadar net, insanı, okuyanı, çalışanı mutlu eden şeyler var ki, okumayanlar da heveslensin istedim. Ve elbet bu kısımları yayınevi ve Sayın Söylemez’in hoşgörüsüne sığınarak kitapta olduğu şekilde aynen yazdım. Herhangi bir ihtilaf durumunda bu yazıyı okuyanların faydalanması uğruna telif ücreti talep edilirse de karşılamaya şimdiden razı olduğumu bilmenizi isterim.

Kitaptaki bölümlere geçmeden önce bunları bir “danışman”ın değil bizzat “işveren”in söylediğini tekrar hatırlatmak isterim. Bakmayın, çevremizde aşağıdaki fikirlere haiz pek çok şirket sahibi/yöneticisi var. Bu fikirlerin kitap haline gelmiş olmasını iş sahiplerine ve yöneticilere yazılmış bir “manifesto” olarak değerlendiriyorum. Beni gerçekliğine, tüm bu yazdıklarını uyguladığına o kadar inandırdı ki Mehmet Bey, kitap hakkında âdetim olmayan üzere yazmak bana ayrı bir mutluluk verdi, kitapta okuduklarım hissiyatımın tercümanı oldu.

Antalya’ya yolumun düştüğü bir gün AGT fabrikasını mutlaka ziyaret etmek isterim. Yeşil alanlarını, temiz tuvaletlerini, aydınlık yemekhanesini gözlerimle görmek isterim. Güler yüzlü çalışanlarıyla tanışmak isterim.

Aşağıdaki bölümlerden ikisi üzerine de kısacık bir şeyler söylemek istiyorum. İlki 126. sayfadan alıntıladığım sağlık üzerine… Ülkemizin güzide kurumlarından birinde çalışan bir arkadaşım anlatmıştı. Ürünlerini taşıyan şoförlerinden birisi ağır hasta olan çocuğunun hastane masrafları için maaşından 500 TL avans istemiş ve bunu alamamış. Sonrasında çalışanlar, arasında para toplayıp kendisine sunmuşlar. Avans. Bir sonraki maaşından kesilecek bir para. Alamamış işte, vermemişler. Bu olay aklıma geldikçe içimde bunu yapan zihniyete karşı durdurulamaz bir öfke hissederim. Kitabın 226. sayfasında yazan zaman konusu için benim de bir sorum vardı: “Sizin zamanınız kaç para?” diye. İlgi duyanlar okuyabilir. Nitekim bu konular hakkında yazılanlar çok su götürür. Esas olan “bilmek” değil “olmak”tır. Umarım hepimiz “ol”uruz. Hepimiz önce kendimize, sonra çalıştığımız kuruma, nihai olarak da ülkemize faydalı şeyler bırakırız. Ne kadar bırakırız? Herkes çapı kadar bırakır. Kimimiz bir bardak, kimimiz bir kova, kimimiz bir deniz oluruz; varamasak da uğruna düştüğümüz yol bizi kurtarır. 

Mehmet Semih Söylemez’e tüm bu tecrübelerini paylaştığı için şükranlarımı sunarım.

Duygusal Sermaye'den

Üreticiler, önce büyük bütçeli bir yatırım yapıp sonra da bu yatırımın kurulmuş saat gibi kendiliğinden işleyeceğine inanma yönünde bir eğilim sergilerler. Bu meselenin hiç de böyle olmadığını ve olamayacağını öğreten ise hayatın ta kendisidir. Tüm sistemlerin ‘tıkır tıkır’ çalışabilmesi için, ‘tıkır tıkır’ çalışan zihinlere ihtiyaç vardır. (Sayfa 35)
***
Günümüz koşullarında, belli bir teknolojik altyapıya sahip her üretim tesisi, diğer üreticilerin ürünlerine benzer şeyler üretip pazara sunabilir. Makineleriniz, hammaddeniz ve üretim prosesiniz uygun olduğu sürece sorun yoktur. Asıl sorun, herkesin benzer sonuçlara ulaşabildiği bu karmaşa içinde fark yaratabilecek nitelikte bir zihinsel yapılanmaya sahip olup olmamaktır. (Sayfa 35)
***
Herhangi bir üretim alanında bulunan her insan, içinde yer aldığı üretim sisteminin sağlıklı bir şekilde yürümesinde en az diğer çalışanlar kadar pay ve sorumluluk sahibidir. Kişinin, hiyerarşik bakımdan organizasyon yapısının alt ya da üst kademesinde olması, bu gerçeği değiştirmez. (Sayfa 40)
***
En üst düzeyden en alt birime kadar bir kurumun çalışanlarının verimlilik düzeyleri, mekân ile kurdukları ilişkiye sıkı sıkıya bağlıdır. Mekânın yapısı, ışığı, rengi, boyutu gibi unsurlara dek indirgenebilecek özellikler, üretim alanlarının performans kriterlerine uygun olarak biçimlenirler. Bu bağlamda, mekâna yapılan her yatırım, kurumlara kârlılık olarak geri dönmektedir. Kasvetli, ışıksız, renksiz mekânlarda çalışan insanlardan mükemmel sonuçlar beklemek despotizmden ve hayalcilikten başka bir şey değildir. (Sayfa 47)
***
Tuvaletlerin doğru yapılandırılmadığı, yemekhanenin izbe bir köşeye yerleştirildiği, ofislerin havasız ve ışıksız odalara sıkıştırıldığı sistemlerden çıkan ürünlerin, bu mekânların ruhunu yansıtacağı, bir tür aynası olacağı yadsınamaz bir gerçektir. Bugün iyi bir tuvalet, iyi bir yemekhane, iyi bir ofisin inşa edilebilmesi için büyük bütçelerden çok, büyük düşünebilecek zihinlere ihtiyaç var. (Sayfa 48)
***
Çoğu kurum, yönetim sistemini öylesine sofistike bir hale getirir ki zaman içinde bizzat bu yapının kendisi, yönetilmesi gereken bir sistem haline gelir. Bir yönetimin sonunu hazırlayan da işte bu dönüşümdür: Yönetim ihtiyacına cevap vermekten çok, bizzat kendisi ayrıca bir yönetim ihtiyacı doğuran yapı, çürütür… (Sayfa 82)
***
Eğer bir kurum, kendi ürettiği ürüne saygı ile bakmıyorsa; bayilerini yalnızca malını satan aracılar olarak görüp, “benim sayemde para kazanıyorlar” düşüncesiyle saygıya layık görmüyorsa; çalışanıyla ilgili “hizmet üretiyorlar ve karşılığında maaşlarını alıyorlar” fikrini taşıyıp kimseyi saygıdeğer bulmuyorsa, o kurum ne kadar büyük olursa olsun ortada büyük bir sorun olduğu açık bir gerçektir. (Sayfa 122)
***
Sağlıklı sonuçlar, sağlıklı insanlar tarafından elde edilir. Kurumlar, çalışanlarının her tür sağlık sorunuyla ilgilenmeli, onların bu yöndeki tüm destek taleplerini karşılamalıdır. Bu gibi durumlarda ortaya çıkan geri kazanımlar, başka herhangi bir şeyle kıyaslanmayacak kadar büyüktür. (Sayfa 126)
***
Çoğu insan, iş yaşamı içinde boğulup gider. Hatta gönüllü bir boğulmadır bu. “Çok işim var” , ”çok yoğunum” , ”kafamı kaşıyacak vaktim yok” gibi cümleler, iş yaşamının en bilindik tuzaklarındandır. Oysa lider, işe boğulan kişi değil, boğulmasına neden olacak işleri uygun çalışanlara, uygun şekilde delege eden kişidir. (Sayfa 176)
***
Eğer ki lider, yaptığı işi paylaşabilecek nitelikte insanlarla çalışmasına rağmen, hala “çok yoğunum” türünden sözler ediyorsa, bu durumda çalışanlarını değil, öncelikle kendisini sorgulamalıdır. (Sayfa 176)
***
Güven ortamı oluşturmak, güvenli ortamlarda yaşamak için değil, zamanın hızını yakalamak için bir zorunluluktur. Bugün, miktar bakımından yüksek üretim hacmine ulaşanlar değil, hızlı karar alabilenler kazanıyor. (Sayfa 226)
***
Yönetim, sermayenin sahibidir; çalışansa emeğin. İnsan, fabrika dışındayken insan, içindeyken mekanik bir nesne değildir. (Sayfa 224)

1 yorum:

  1. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil