Matrix” serisinin son filmi ‘’Revolutions’’un üst başlığıydı
bu ifade. İşletme disiplininde “Ürün Yaşam Eğrisi” dediğimiz teorem için de
geçerli olabilecek bir söylem ya da yaşam hakkında, içinde felsefi düşünceleri
de barındırabilecek bir aforizma olarak da görülebilir.
Bu yazıda sözü değerli büyüğüm Temel Aksoy’a
bırakmak istiyorum ben de. Aşağıdaki yazı gibi pek çok ilham veren diğer yazılarına
Temel Bey’in blog sayfası “www.temelaksoy.com”dan ulaşılabilir. Sevgili Temel
Aksoy’a yazısını paylaşmama izin verdiği için teşekkür ediyorum. “Kimin Çıkarı Daha Önceliklidir; Müşterinin
mi, Patronun mu?” başlıklı yazısında Temel Aksoy şöyle diyor:
Çoğu yönetici, harcama gerektiren bir karar alırken
kârlılığın azalacağı korkusunu yaşar. Son yıllarda kârlılığı korumak, iş
âleminin neredeyse birinci önceliği olduğundan, yöneticiler tercihlerini
genellikle patronun istediği gibi yapmaya başladılar. Bundan 15 sene önce
göklere çıkartılan ‘müşteri memnuniyeti’ kavramı artık konuşulmaz oldu. Son yıllarda hiper rekabet nedeniyle dünyanın
her yerinde şirketlerin kârları sürekli azalıyor. Kârlar azaldıkça CEO’larının
üzerinde baskı artıyor ve tüketicinin çıkarını korumaya sıra gelmiyor. Bugün
maliyetleri azaltmak, kârlılığı artırmak, hissedarlara tatminkâr bir kâr payı
ödemek gibi konular, şirketlerin kutsal konularıdır. Bunlar o kadar kutsaldır
ki doğruluğunu sorgulamak bile günah(!)tır. Başarıyı sadece kâr ile tanımlamak,
şirketi kısa dönemli hedeflere kilitler. ‘Müşteri odaklı’ olmakla çok övünen
firmalar bile kârlılıklarını yükseltmek amacını birinci öncelik olarak gördü.
Bu sebeple son yıllarda iş âleminin hemen her alanında alınan kararlar, hep
maliyetleri azaltmak ve kârlılığı artırmak üzerinde şekillendi. Dünyanın bütün
borsaları kısa dönemde gelir getiren şirketlerin öykülerini parlattı. Bütün
CEO’lar göz kamaştıran gelirlerini kısa dönemde sağladıkları başarıdan elde
ettiler. Fakat bu CEO’lar şirketleri bıraktıklarında, arkalarında kolay kolay
toparlanamayacak hasarlar da bıraktılar. 2008 krizinden sonra, CEO’ların
primlerini geçmiş başarıya değil, gelecekteki başarıya göre hesap eden
sistemler oluştu. Artık birçok şirkette, CEO’lar, sadece bir önceki yılın
performansından değil, şirketi bıraktıktan sonra şirketin göstereceği başarıya
göre ödüllendirilecekler.
Kısa döneme odaklanmak sadece Türkiye’nin değil
batıdaki şirketlerin de birinci önceliği oldu. Fakat bugün gelinen ortak akıl,
saldırgan büyüme ve yüksek kârlılık hedeflerinin şirketlere fayda sağlamadığını
görüyor. Paradoksal bir şekilde, kâr odaklı olmak uzun vadede ‘kârsızlığı’
doğurdu. Başarısızlığa uğramış şirketler üzerinde yapılan çalışmalar açıkça gösteriyor
ki, başarısızlığın temel sebebi şirketlerin işleri doğru yapmamaları değil,
önceliklerini doğru saptamamalarıdır.
Oysa Peter Drucker’ın çok güzel ifade ettiği gibi kârlılık bir şirketin
amacı değil, o şirketin yaptığı işin doğru olduğunu kanıtlayan bir geçerlilik
testidir. Bir iş kendi müşterisini yaratmıyorsa ve kâr etmiyorsa yanlış bir iştir
ve hepimize ait olan kaynakları yanlış kullanarak boşa harcıyor demektir. Eğer şirket doğru bir iş modeliyle müşteri
yaratıyor ve müşterileri kendine bağlı tutabiliyorsa başarı sağlar, bunun
kanıtı da yılsonunda elde ettiği kârdır. Tekrar etmek istiyorum, bir şirketin
amacı kâr etmek değil, müşteri yaratmaktır!
Bir şirket müşteri çıkarı için çalıştığı ve bunu verimli bir
şekilde yaptığı takdirde normal koşullar altında kârlılığı da zaten yakalar.
Bir şirketin başarılı ve kârlı olmasının tek yolu, kârlılığı birinci hedef olmaktan
çıkarmasıdır. Kârlılık bir şirketin esas hedefi değil, esas hedeflerine
ulaştıktan sonra elde edeceği bir sonuçtur. Bir şirket, müşterilere doğru
hizmet veriyorsa ve diğer bütün faaliyetlerini başarılı bir şekilde yapıyorsa o
şirket kâr eder. Dolayısıyla kârlılık, bir şirketin başarılı olduğunu
kanıtlayan son derece etkin bir ölçüttür. Bu neden-sonuç ilişkisini doğru
anlamak şirket yönetmenin birinci koşuludur. Bunu tersine çevirmek, kısa
dönemde geçici başarı sağlar; ama uzun dönemde başarısızlığı garantiler.
Kârlılık aynı zamanda bir şirketin risk alabilmesi için gerekli olan bir
fondur. Bir şirketin aldığı her karar, attığı her adım doğru olamaz. Şirketler
yanlış da yapar. Hatta yapmalıdır da. İşte bu nedenle elde ettiği kâr, şirketin
risk almasına ve hata yapmasına olanak sağlar. Bu anlamda kârlılık, büyümenin
ve yenilikçiliğin garantisidir.
Drucker’ın yıllar önce çok isabetli bir şekilde
vurguladığı gibi ‘Bir şirketin tek bir amacı vardır: Müşteri yaratmak.’ Theodor
Levitt ise aynı felsefeyi: ‘İşletmenin amacı, müşteri bulmak ve şirkete bağlı
kalmasını sağlamak’ olarak ifade eder.
Maalesef iş âlemi, hem dünyada hem Türkiye’de tehlikeli bir biçimde kısa
döneme odaklanmış durumda. Hissedarlar ve yatırımcılar, CEO’lardan daha
yüksek şirket değeri, daha yüksek kârlılık talep ediyorlar. CEO’lar her gün
yeni bir öykü anlatarak, iyimserlik dalgası yayıyorlar ve şirketlerinin ‘ne kadar
iyi’, ‘ne kadar gelecek vaadeden’, ‘ne kadar kârlı’ olduğunu anlatmaya
çalışıyorlar. Oysa hepimiz bu düzenin devam etmeyeceğini, böyle bir dünya
olmadığını, bu oyunun sürdürülebilir olmadığını görüyoruz.
2008’in sonunda
başlayan dünya ekonomik krizinin sebebi, başta finansal şirketler olmak üzere
bütün küresel şirketlerin kısa dönem kârlılıklarını birinci öncelik olarak
belirlemesiydi. Hatırlayacağınız gibi, bu şirketler hedeflerini tutturmak için,
etik olmayan uygulamalar da dâhil olmak üzere her şeyi yapmayı göze almıştı.
Ama bu düzen uzun sürmedi ve balon 2008’in sonunda patladı.
Ben bu konular
gündeme geldiğinde, danışmanlık yaptığım her şirkette, müşteri çıkarını savunan
bir tavır takındım. Fakat kendilerini kısa dönemin cazibesine kaptırmış CEO’lara
müşteri çıkarından bahsetmek her zaman hoş karşılanmıyor. Şirketin uzun dönemli
kârlılığının tek yolunun ‘müşteri çıkarını korumak’ olduğunu söyleyenlere
CEO’lar genellikle tepki duyarlar. Böyle düşünenleri iş hayatının gerçeklerini
bilmeyen ‘romantikler’ olarak
nitelerler. Oysa daha önce de anlatmaya çalıştığım gibi, doğruluğu kanıtlanmış
teorilerin doğru olup olmadığını test etmenin delilik olduğunu düşünüyorum.
Bence kimsenin ‘yerçekimi teorisini’ kendi üzerinde test etmesi gerekmez; ama
maalesef bunun tersini yapan o kadar çok kişi ve kuruluş var ki...
Sadece hissedarların
çıkarlarını korumak, onlara yapılacak en büyük yanlıştır; çünkü bu yöntem
birkaç yıllık bir mutluluk getirse bile sonrası gerçekten hüsrandır. Nasıl yerçekimi bir fizik teorisiyse,
yukarıdaki önerme de işletme disiplinine ait bir teoridir. Fakat ne yazık ki
çoğu şirket bu teorinin aksini kanıtlamak istiyor. ‘Müşteri farkına varmaz’
varsayımıyla, ürünlerin girdi kalitesini düşürmek ve bunu bir pazarlama
sihirbazlığı gibi görmek, sadece kısa dönemli başarılar getirir. Sonunda
müşteri ne yapıldığının farkına varır ve markayı terk eder. Yeni nesil
şirketler artık maliyetlerini bu yolla azaltmıyor. Maliyet azaltma, müşteri
çıkarını zedelemeden, üretim sürecinde gereksiz unsurları temizleyerek ‘yalın
yönetim’ ilkeleriyle yapılıyor. Şeffaflığın bu kadar arttığı bir çağda
tüketicilerin farkına varmayacakları hiçbir şey yoktur. Aksini düşünmek,
yerçekimi olup olmadığını kendi üzerinde denemekle eşdeğer sonuçlar verir.
Bizim kültürümüzdeki, kökleri ahilik geleneğine
kadar uzanan, ‘müşteri veli- nimetimizdir’ anlayışı günümüzün en geçerli
anlayışıdır. Geleneksel esnaf kültüründe yer alan müşteriyi ağırlama,
müşteriye hizmet etme ve müşteriyi en üst düzeyde memnun etmeye çalışma, en
çağdaş yaklaşımlardır. ‘Müşteri veli- nimetimizdir’ anlayışını içselleştirerek
uygulayan şirketlerin hepsi karşılığını alır. Kulağa çelişkili de gelse; hissedarların çıkarlarını korumanın en iyi yolu, müşterilerin çıkarlarına öncelik
vermektir.