Sayfalar

4 Aralık 2017 Pazartesi

Marketing Meetup Intelligence Notları

Marketing Meetup Intelligence, bugüne kadar katıldığım en verimli Marketing Meetup oldu. Sayın Necip Murat ve ekibinin her organizasyonda üzerine katarak ilerlediğine şahit oluyorum. Bu gelişim için tebrik, emekleri için tüm hazırlık ekibine teşekkür ederiz. Aldığım notlar ve yorumlarım aşağıdadır. İlgilisine keyifli okumalar.


SİNAN CANAN | BEYNİN ESAS İŞİ: ÖRÜNTÜ ZEKASI

Sinan Canan’ı dinlemek çok keyifliydi. İlk konuşmacı olarak zihin açıcı bir anlatı yaptı. Hatta kanaatimce konuşma cümlelerini tivit atmanın ötesine geçmek isteyenler için çok vurucuydu sunumu. İnce bir ayar verdi. Bugün yitirmiş olduğumuz “sorgulama” sürecinin nelere yol açtığını dinledik. Teknolojik olarak ilerlerken insanî olarak neleri kaybettiğimizi hatırlattı. Hatta bu sert söylemleri o kadar yumuşak bir dille ve zaman kısıtlamasından dolayı o kadar hızlı yaptı ki, dinleyicilerde bir yıldız kayması etkisi oluşturdu. Kimi gördü düşündü, kimi tivit atmaya devam etti.

Yazdığım notlarda da en çok zaman ve yer ayırdığım sunum bu sunumdur. Dileyen ikinci konuşmadan devam edip bu içeriğe ayrıca göz atabilirler.

Konuşma içeriğinde günün geri kalanı için meydan okuma vardı. “Örüntüler” ve onları “okuma” üzerine yaptığı soyut içerikler mi, Boston Dynamics’in somut içerikleri mi daha değerli? Bu ikilemi belki kavramları ayrıştırarak daha net çözebiliriz. Birisi “hakikat” diğeri “gerçeklik”.
Yorum kısmının burasına kadar okuyup da “keşke izleme fırsatım olsaydı” diye merakı uyananlar varsa üzülmesinler. Sinan Canan’ın aynı içerikle yaptığı TEDxSEVAmericanCollege konuşmasını izleyebilirler.

Etkinlikten sonra biraz okuma yaptım konu ile ilgili. “Zihnimizin gizli hazinelerinden bir numune:Örüntü algısı” makalesinde Sinan Canan örüntüleri şöyle tanımlıyor; “Örüntü, olay veya biçimlerde kendini gösteren düzen anlamında kullanılan bir kelime. İngilizcede “pattern” kelimesi ile karşılanan örüntü, herhangi bir olay yahut şekiller dizgesinde, insan mantığının yakalayabileceği bir düzen ve tekrarı ifade etmek için kullanılır. Örneğin şu anda ilköğretim müfredatında, 3, 12, 21, 30, ? gibi sayı serilerinin nasıl devam edeceğini öngörebilme örnekleri gibi alıştırmalara örüntü çalışması deniyor. Bu tip dizilerde bir “örüntü” fark edebiliyorsak, devamında hangi sayıların geleceğini tahmin edebiliyoruz.” Akabinde doğadaki örüntülerin okunmasından bahsediyor. İlgilisi tamamına göz atabilir.

Sinan Hoca’nın sunumu içerik olarak bu makalede yazılanları ve TEDx konuşmasındakileri kapsıyordu. Üzerine düşünmek, tefekkür etmek, keşfetmek gerekli. Umarım görebilenlerden oluruz. Umarım okuduğumuz örüntüler, iş arkadaşımızın haftalık kıyafetini keşfetme gerçekliğinden çıkıp bize bir dönüşüm sağlatan tabiat örüntülerini keşfetme hakikati yolunda olur.

Sinan Canan’nın sunumunda aldığım notlar şöyle;

 Ömrümüz bize baya büyük gözüküyor. Canlılık serüvenine baktığımız zaman biz “hiçbir şeyiz”. İnsanoğlu 200.000 senedir varlığını sürdürüyor. Atalarımızın sahip olduğu biyolojik ayarlar bizde de mevcut. Buna mukabil bugünün teknolojisinin geldiği noktada 100 yıllık birikimimizle 3,5 milyar yıllık bir Ar-Ge’ye kafa tutmaya çalışıyoruz.

 Şöyle çıplak vücudumuza aynada bakıp biraz düşündüğümüz zaman görürüz ki; tabiata bizim kadar uyumsuz başka bir canlı yok. Ne soğuktan korunacak kürkümüz, ne avlamaya yarayan pençelerimiz, ne patilerimiz, ne kanatlarımız. Dış etkenlerden çabuk etkileniriz. Yani doğaya baktığımız zaman insanoğlunda anormal “eksiklikler” vardır. Kas ve kemik yapılarına baktığımız zaman, neredeyse aynı yapılarda olduğunu görsek de bu eksikliklerimiz mevcut.

 İnsanoğlunun bu denli eksik bırakılması, aslında onun “marifetindendir”. Bu eksiklikler olmasaydı beynini de bu denli kullanamazdı insan. Kuş gibi kanatları yok, ancak onlar gibi uçan bir nesne icat edebiliyor. Balık gibi suyun altında kalamıyor ama kalabilecek marifeti geliştiriyor.

 Bilimsel yöntemlerimiz hava durumu gibi karmaşık ve kaotik bir şeyi uzun vadeli olarak öngebilmeye imkan vermiyor.Uzayda uydularımız var, teknoloji her yerde ancak hava tahmini beş gün. Fethiye’li Salih amca nasıl oluyor da Ağustos ayında 12 gün dağda kalarak bir yıllık hava tahmini/öngörüsü yapabiliyor?

 Salih Amca’nın yaptığı müneccimlik mi? Nasıl? Peki müneccimlik ne? Müneccim sözünü de yanlış anlıyoruz. Müneccim sözü yıldız gözlemciliğinden gelen bir tabir. Salih Amca'nın yaptığı işi Osmanlı Sarayında kadrolu olarak yapan insanlara verilen isimdir aslında bu. Bu doğa gözlemcileri doğadaki bir kısım işaretleri “okuyarak” ülkenin sıhhat ve selameti için bir kısım öngörüler yapıyorlar.

 Örüntüyü okumak doğuştan gelen, ya da telepatik bir yöntem değil. Onbinlerce yıldır doğadaki çok kompleks örüntülerin içinde yetiştik, öyle evrildik, öyle yoğrulduk ve en güzel şekil olan bu şekle geldik. Ama bugün bu örüntülerden uzak düşmüş vaziyetteyiz.

 Çok farklı ölçeklerde birbirini tekrar eden düzenlerle birlikte yaşıyoruz. Sadece bunun farkında değiliz. Örneğin bir dallanma örüntüsü hemen hemen her yerde vardır. Bir şimşek, bir ağaç dalı, nehir deltası her biri farklı zaman dilimlerinde oluşuyor.

 Kaos teorisi özetle der ki, evrende hiçbir şey kaza eseri olmamıştır ve içinde yüksek düzeyde bir matematik vardır.
 Her tarafımız kaotik davranışlarla çevrili. Kaos, düzen ve düzensizlik  arasında duran fiziksel bir davranış biçimidir. Ve tabiattaki her şey böyle davranıyor ve bunların oluşturduğu biçimler ve izler normal geometriyle anlaşılamıyor. Doğadaki bu biçimleri anlamak için Benoit Mandelbrot bir formül geliştiriyor. Buna da Mandelbrot kümesi deniliyor literatürde. Bu küme fraktal geometrinin bütün özelliklerini sergileyen en ünlü şekildir. Sonsuz karmaşıklık gösteren bir düzen. (Soldaki illüstrasyon)


 Fraktal geometrinin en önemli özelliği de değişik ölçeklerde kendi kendini tekrar etmesidir. Burada önemli olan şu ki, sadece biçimler kendini tekrar etmiyor, olaylar da tekrar ediyor. Doğa olayı, borsa, beyin dalgaları da olabilir. Küçük parçalar, büyük hakkında bilgi taşır.

 Tıptaki en büyük sorunlarımız da öngörme sorunları. Bunları bilmek insana nasıl bir konfor katardı acaba?

 Biz bugün beynimizi bir makine olarak düşünme eğilimindeyiz. Beynimizin asli vazifesi bizleri hayatta tutmaktır.

 Hayatta aslında örüntüyü çözmek çok kolay. Ancak biz analitik düşünmeye o kadar alıştırılıyoruz ki, örüntüyü çözmek çok kolay olamıyor.

Burada Japonya'daki bilim insanlarının insan ve şempanzenin örüntüleri çözme konusundaki deneyini izlemek “örüntüyü çözmek” ve “analitik düşünmek” arasındaki farkı çok net ortaya koyuyor. İzlemenizi ve düşünmenizi öneririm.

 Aslında doğa bu örüntülerle doludur ancak biz son yıllarda şehirlerde, gökdelenlerde, plazalarda yaşamayı tercih ediyoruz. Biz doğada bu şekilde ayakta kalmadık onbinlerce yıldır. Arkada aslında müthiş bir bilgelik var. Onu kaybettik. Onu unuttuk. Doğadaki örüntüleri terk edip kendi şekillerimizi oluşturduk. Bu yaptığımızın da elbet bir bedeli var.

 3,5 milyar yıllık insan beyninin neden bize verildiğini tekrar düşünelim ve kaybettiğimiz bilgiyi yeniden bulalım. Dijital yaşamlarımızda içimizde bir yerlerde bu dürtü var. Bu duygu bir yerlerde rahatsız ediyor bizi aslında.

 Bizler zayıflıklarımızı yanlış anladık. Makineler yaparak mutlu olacağımızı zannettik, ama olmadı. Beyin insana, bugün yaptıklarımızı yapmamız için verilmedi.

 Modern bilim ile, kadim bilgiyi bağlamaya gayret ediyoruz. Umarım başarabiliriz. Çünkü insanoğlunun sebep olduğu bu durumu, yine insan kendi düzeltebilir.

 Çağrımız şudur: Kendine iyi bak. Göreceksin.



UĞUR BATI | BENİM ZEKİ MARKALARIM: BEYNİNİZİ MUTLAKA KULLANIN

Uğur Batı sözlerine “Sinan Hoca’nın söylediklerine katılıyorum.” Şeklinde başladı ve bitirdi... Bitirmedi elbet, bir önceki sunumu destekler nitelikte içerikler aktardı.

 Kullanılmayan beyin geri alır. Bir kas nasıl erirse, beyin de yavaş yavaş geri almaya başlar. Bunun için okumak, yazmak, muhakeme etmek, tefekkür beyin için çok önemlidir.

 Beynimizin %100’ünü kullanıyoruz. fMRI cihazında bir insanın duvara boş boş baktığı zamanki beyin görüntüsünün ışıl ışıl olduğunu gözlemledik. Çünkü beynin peşinde koştuğu şey huzur durumu. Sakinlik, dinginlik.


 Beyin bencil bir organ. O şalteri kapattığında tüm sistem çöküyor. %100 beyin kullanımı için meditasyon, yoga, zikir gibi düşünsel süreçler önemlidir.

 Bizler geçmişte bize ait olan değerlerimizi kaybettiğimiz için bugün batıya yüzümüz dönük. Bizim "dâhi" dediğimiz insanların beyinleri bizlerden farklı mı çalışmaktaydı? Michalangelo, Shakespeare, Farabi, İbn-i Haldun, Mevlana, Muzaffer Şerif gibi değerleri tanımadığımız sürece bizden dünya markası falan çıkmaz!

 Kültürel bir emperyalizm var. “Kapitalizm batmayacak ama kendini yenileyecektir. Batırmak istiyorsanız liyakat sistemini çöpe atın.” (Bu sözün kime ait olduğunu not etmemişim.)

 Eğer Sinan Hoca’nın değindiği örüntüleri öğrenebilirsek, çözebilirsek göreceğiz ki bizler de Einstein kadar başarılı olabiliyormuşuz. Beyin örüntüsel olarak iyiyi-güzeli ayırt eder. Dolayısıyla reklamın da iyisi kötüsü olur.

 Ayna Nöronlar (Exposure Effect) bu vazifeyi görürler. Dolayısıyla marka yönetimi yapıp da beyinden bahsetmemek olmaz.

 Tesla, Airbnb, Snapchat, UBER gibi firmaların hiçbiri yeni bir şey yapmadı. Var olanı yeniden yorumladılar.

 Nike, Michael Jordan ile büyümüş bir markadır. Bizdeki ünlü kullanımlarına baktığımız zaman uzun vadeli olmayan, günü kurtaran, çöpe atılan bir bütçe kullanımı olduğunu görürüz.

 Dolayısıyla marka yaratmak için de beyni hakkıyla kullanmak gereklidir.



YÜCE ZEREY |MARKETİNG NEXT: DATA @THE CORE

 Pazarlamanın doğasında bir şeyi bir şeye paketlemek vardır. Bu normal. Dolayısıyla Big Data dediğimiz mevzuyu da böyle ele alıyor pazarlamacılar.

 Tüketicinin tüketim serüveni hiç bu kadar önemli olmamıştı.

 Nihayetinde gerçek insan, gerçek insanı etkiliyor. Tüketiciler markaların çoğu mesajını es geçiyor. İnsanın güvenmeye ihtiyacı var. Tüketicinin satınalma serüveninde “Farkındalık-Değerlendirme-Niyet-Satınalma” gibi doğrusal bir yaklaşım yoktur. Çok daha kompleks anlardan örülüdür satınalma süreci. Bir tüketicinin satınalma noktalarındaki mikro anları (moment) çok önemli bir hale geldi. Alışverişçilerin her biri ayrı bir tekil kişilik (persona) ve her birinin ayrı sebeplerden etkilenme durumu söz konusu.

 Big Data havalı ancak ürkütücü bir şey. İşin merkezine tüketici serüvenini koymak gerekiyor. Bu serüveni inceledikten sonra içerik ve arz olmalı. İçerikte ise en önemli şey hikayededir.

 Konvansiyonel segmentasyondan ziyada RFM modeli kullanılmalı. Recency-En son ne zaman aldı? Frequency-Hangi frekansta alışveriş yapıyor? Monetary-Ne kadarlık alışveriş yapıyor? Bu şekilde müşterilerin sıralanıp RFM skoru oluşturulmalıdır.

 Big Data’nın olduğu yer, hangi kanaldan, ne kadar müşteri geldiği tespit edilen LTVC (Lifetime Value of a Customer) tablosudur.

 Bu şekilde kestirimci hedefleme (Predictive Targeting) ile 22 kat daha fazla katma değer sağlar. Satınalma eğilimlerini bulmak ve onu hedeflemek. Bu öğrenen bir yapıdır. Müşteriye özel teklifler sunmak, onlara özel kişisel kampanyalar düzenlemek satınalma oranını anlamlı bir şekilde artırır.

 Big Data süreci eskiden daha manuel işleyen bir süreçti. Şimdi doğru modeli kurduğumuzda öğrenme yetkinliklerini artırıyor ve bütçenin çok daha sağlıklı kullanımına olanak veriyor. Satışları da daha anlamlı artırıyor.

 Dolayısıyla bir pazarlamacının en az bir endüstri mühendisi kadar matematik, istatistik gibi konuları biliyor olması gerekmektedir. Her pazarlamacının kendine ait bir Marketing Dasboard çalışması olmalıdır.

 Bu kadar yoğun bir datanın içine girdikten sonra (Hepsiburada) bu zamana kadar ne kadar çok anlamsız şeye para harcadığımı fark ettim.


CANAY ATALAY | TEKNOLOJİ ZEKAMIZI NASIL ETKİLİYOR?

 Teknoloji araçken amaç olmaya başladı hayatımızda.

 Akıllı botlar-asistanlar hayatımızı kolaylaştırmaya başladı evet ancak; “insansı deneyimler ve insan olmanın anlamını nasıl algılayabiliriz” gibi konuları sorgulatıyor teknoloji.

 Dijitalleşebilen/otomize edilebilen her şey süreç içinde öyle olacak. Bizler ise daha insanî şeylere yöneleceğiz.

 Tarım, bankacılık, şehirler… Tüm bunlar zeki oluyor evet ancak bu zeka, onu kullananların da “zeki” kullanıcılar olmasını gerekiyor.

 Teknoloji ile gerçekten daha zeki oluyor muyuz? Birbirimiz ile ilişki kuramamamız zekamızı belirliyor.

 Çocuklar daha kendi bilinçleri oturmamışken, Sosyal Medyada sahte bir bilinç daha oluşturuyorlar.

 Bu süreçleri değerlendirmek üzere bizler Sokratik Tasarım adıyla dinleme ve yeniden düşünme konularına kafa yoruyoruz.


DENİZ BAYRAMOĞLU | BİR PAZARLAMA HİKAYESİ OLARAK GÜNDEM ÖZEL

CNN Türk’ün klasik yüzlerinden biri olan Deniz Bayramoğlu 17 yıldır bu kurumun içindeymiş. Maşallah diyelim. Sunum içeriğinde de Gündem Özel'in başarı hikayesini aktardı.

 Özünde 2 kişi ile (Deniz Bayramoğlu & Şafak Altun) ve 370.000$ bütçe ile programa başladık.

 Bir nevi el yordamıyla analizlerimizi yaptık. Programın yayın saati, içeriği... Yapmaya gayret ettiğimiz şey bizlere akıntıya karşı kürek çektiğimiz düşüncesini oluşturdu.

 Akıntı bir yöne gider. 14 ay önce bu programa başladığımızda Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir yön vardı. Bir ülkede de akıntının yönünü belirleyen unsurlar vardır. Eğer normal bir toplumsa elit kesim bu yönü belirler. Normal değilse bu toplum kalabalıklar belirler.

 Biz programa başladığımız dönemde de medyada siyasi ivme (15 Temmuz sonrası) ve Vasatlık (Derinliği Azalan) söz konusuydu.

 Gündem Özel'i muadillerine kıyasla saygı çerçevesine oturtmak istedik. Kimsenin kimseye bağırmadığı, sözünü kesmediği bir yapıda planladık. Çünkü saygı görmek istiyorsan, saygı göstermek zorundasın. İlk programlar da gündem gereği siyasi içerikli oldu.

 Bir anekdot vardır; bir kişinin gerçek İstanbullu olup olmadığını öğrenmek için yolda arkasından seslenirlermiş. Ha-Efendim-Buyrun-Buyrun Efendim gibi cevapları verenler gerçek İstanbullu olmadıklarını ele verirlermiş. Doğru cevap “Buyrunuz Efendim” olmalıymış. Bu saygı çerçevesi bizim programın da omurgasını oluşturdu.

 Gündem Özel, CNN Türk temel izleyici kitlesinin dışındaki bir kitleye de ulaştı.

 Kendi gazetelerimiz ve televizyonlarımız da dahil olmak üzere programın tanıtım ve reklamının deneyimsel gerekçelerle yapılamadığı bir durumdaydık. Biz de Sosyal Medya’yı keşfettik. Benim kendi hesaplarımın açılış tarihleri de neredeyse programın başlangıcıyla aynıdır. Kaynaklarımız kıt olduğundan önce iyi yorumları paylaştık. Sonra önerileri değerlendirmeye aldık. En son da eleştirileri dikkate aldık.

 Konuklarla kurduğumuz ilişkilere azami özen gösterdik. Onları kapıda karşıladık, bizzat uğurladık ve onlar da ister istemez bizlerin birer elçisi haline geldiler. Hatta bazı konuklar (Örneğin Sinan Canan) ekranda başka programlarda konuk olsa bile Gündem Özel ile anılır oldular.

 Daha sonra program kulaktan kulağa yayılmaya başladı. İzleyenler not tutmaya ve notlarını paylaşmaya başladılar. Biz de bu paylaşımları kendi hesaplarımızdan paylaştık.

 Yeni konulardan ziyade “merak edilen” konular bulmaya gayret ettik.

Sunum bitimindeki yoğun alkıştan sonra şu bilgilendirmeyi yaptı Deniz Bey “Bizler işimizi iyi yaptık. İşini iyi yapan insanlar alkışlanmamalı. Bu teveccüh sizden olduğu için asıl ben sizleri alkışlıyorum.” Alçakgönüllü tavrından dolayı Deniz Bey’e teşekkürlerimizle…


ŞAFAK ALTUN | FERRARİ’Yİ ÇALAN FİL / İNSAN NEYİ NEDEN YAPAR?

Şafak Bey Deniz Bey’in kendisini “sahne arkasındaki adam” olarak konumlandırmasından dolayı “aslında benim de başarılarım var” diyerek nüktedan bir giriş yaptı. Bu sözlü girişten sonra sizlere öyle bir şey yapacağım ki bu sunumu unutamayacaksınız dedi ve bir parende attı. Bana gereksiz ve anlamsız geldi gerçi ama, enerjik ve sempatik duruşunda sırıtmadı Şafak Bey’in.

Şafak Altun sunumunda yazarı olduğu ve ikinci baskısına giren “Ferrari’yi Çalan Fil” kitabının tanıtımını yaptı. Kitap ve sunum içeriği insan davranışlarının toplumsal sebepleri üzerine adlandırılan “etkiler” üzerine oldu.

 Kader mi, tesadüf mü? Hayatlarımızı biz mi yönlendiriyoruz yoksa olaylar mı hayatlarımızı yönlendiriyor? Biz kararlarımızı özgür irademizle mi alıyoruz? Aslında özgür irademiz çoğunlukla ipotek altında.

 Yerde yatan birini gördüğümüzde tek başımızayken yardım ederiz ama grup halindeyken genelde etmeyiz. Neden?

 Her ne kadar her birimiz nev-i şahsına münhasır olsak da belli olaylarda aynı davranıyoruz. Peki bu etkilerden etkilenmememiz mümkün mü? Elbette mümkün ancak bunun için özgür iradenin harekete geçmesi gerek.

Sunumda anlatılan bazı etkiler de şunlardı;

Seyirci Kalma Etkisi: “Nasıl olsa biri bakıyordur”. Yıllar önce Amerika’da bir kadının (Susan Genovese) uğradığı bıçaklı saldırıda 30 dakika boyunca yardım gelmemesi ve “nasıl olsa birisi ambulans çağırır” düşüncesiyle saldırganın kendisine tekrar saldırması sonucu ölümünü anlatan bir örnek. (“A Documentary About Kitty Genovese” adıyla bir belgeseli de varmış bu vahim olayın)
Şeytan Etkisi: Stanfort Hapishane Deneyi. İnsanlar kalabalığa uyarlar.
Streisand etkisi: Bir şeyi yasaklamaya çalışırsanız daha fazla duyulur.
Hale Etkisi: Güzelse iyidir. Bir özelliğinden dolayı diğer özelliklerini de olumlu yönde genelleme.
Endowment Etkisi: Bendeki daha değerlidir.
IKEA Etkisi: İçine bir tutam sevgi koymak, emek vermek.
Angelina Jolie Etkisi: Meme kanseri hakkındaki oluşturulan bilinçlenme süreci.
Aşinalık Etkisi: Maruz kaldığımız şeye daha çok bağlanırız.
Diderot Etkisi: Yeni bir ürün, diğer ürünleri de yenileme dürtüsü getirir.
Sosyal Kanıt Etkisi: Ürüne talep çoksa almak isteriz.
Çapa Etkisi: İlk fiyata/bilgiye çapa atar insan zihni.
Çerçeveleme Etkisi: Faydamıza olanı tercih ederiz. (%10 şeker içerir vs Şeker oranı %90 azaltılmış)


OLCAYTO CENGİZ | NOKTALARI BİRLEŞTİRMEK

 Stephen Hawking ve Canan Karatay’ın ortak özelliği; ikisi de çok doğru şeyler söylüyor, ama ikisi de çok kötü söylüyor!

 Alexa, Google Assistant, Siri, Cortana gibi yazılımlar hayatımızı kolaylaştırıyor ancak Bret Taylor’un önemli tespitiyle çocuklarımıza emir kipiyle konuşmayı öğretiyor. (Yazdığı tweet gönderisinde mealen şöyle diyor Taylor: “Alexa’dan ciddi şekilde sadece ‘lütfen’ dendiğinde karşılık veren bir seçenek sunmasını istiyorum. Çocuklarımızın onunla konuşmasını dinlemek beni tiksindiriyor. Hiçbir şey yapmasak bile onlara öğretebileceğimiz en önemli şey nazik ve saygılı olmanın nasıl olacağıdır.”)

 Bir Audi toplantısında aktarılan şey; otonom araçlar çoktan hazır. Lakin insanlar otonom araçlarla yaşamaya hazır değil.

 Big Data’da şöyle bir problem var; datayı makine topluyor ama anlamlandırmayı da o yapıyor. Örneğin şöyle bir data sunmuş sistem: Havuzda boğulan çocuklar ile Nicholas Cage’in oynadığı filmler. Nasıl bir korelasyon olabilir ki bunda?

 IR, VR, AR, Machine Learning gibi kavramlar güzel de, duygu-insan-anlam gibi konularda tıkanıyor.


 Duyguları insan işin içine katmalı. Dış dünyası aynı olan insanların iç dünyalarında, vücut ısılarında anormal farklılıklar ölçülüyor. Bu es geçiliyor.

 Fikir dediğimiz şey bilgiden doğar. Bilgi de deneyim ve eğitimden doğar. Beceri ve deneyim ile birleştirilen en mantıklı sistem de Oyunlaştırmadır. (Gamification)

 Ancak oyunlaştırma kavram olarak çok doğru olsa da, adı çok kötü maalesef!

 Oyunlaştırma yeni bir şey değildir. En eski pazarlama yöntemidir. Çocuğumuza “aç ağzını uçak geliyor” deriz. O yemeği yemesini istiyorsak, o kaşığın uçak, çocuğumuzun ağzının hangar olması gereklidir. (Bizin Flying Spoon ismimiz de buradan geliyor)

 O kaşığı uçurursanız eğer, herşeyi yapabilirsiniz. Satarsınız da, pazarlarsınız da.

 Bütün mevzu yapılan işe anlam katmaktır. Bugün tüm sosyal medyadaki rozetler, beğeniler bu şekilde kitleleri elinde tutabiliyor.

Flying Spoon ekibi Samsung için bir uygulama geliştirmişler. Otizm olan birisi karşısındakiyle göz kontağı kuramıyor. Bunun için oyunlaştırmanın nasıl işlediğini gösteren otizmli bir çocuk ve annesi ile olan ilişkisini anlatan videosunu izletti bizlere. Video aşağıdadır. Umarım daha nice darlıklara ferahlık olacak çareler çıkar sektörden…


 "Noktaları bir sonraki noktaya bakarak değil, ancak geride bıraktığınız noktalara bakarak birleştirebilirsiniz. Bu yüzden de geride bıraktığınız noktaların geleceğinizi de bir şekilde birleştireceğine güvenmekten başka şansınız yok." Steve Jobs


“TÜRK MARKALARINA ZEKÂ KATMAK” PANELİ

Panel başlangıcında yaşanan mikrofon sıkıntısına el atmak isteyen organizasyon sunucusu Elif Çetin’e bakışını ve kaldırdığı eli ile “sahne bende” mesajını veren panel moderatörü Bülent Fidan’ın duruşunu ufak bir magazin olarak ekleyeyim buraya. Bülent Bey’in bakışlarından ürktüm ben izleyici olarak. Lakin konum itibariyle sahnede bir moderatör varken program sunucusunun da dışarıdan müdahale etmesi hoş bir durum değil. O bakışlarda çok da haksız değildi yani Bülent Bey. (Bu arada Elif Hanım asli işinin sunuculuk olmadığını, strateji geliştirmek olduğunu program boyunca birkaç defa tekrarladığı için ben de buradan merak edenlere ileteyim. Yazı sonlarına doğru oldu ama Elif Hanım’a da güler yüzlü sunumu için teşekkür edeyim.)

Panel düzeni konuşmaları sevmesem de bu panelden keyif aldım. Özellikle Oğuzhan Süral sempatik duruşuyla, hazırcevaplığıyla çok etkiledi beni. Süral’i başka bir organizasyonda tek bir konuşmacı olarak dinlemeyi çok isterim. Süral, kişisel kariyer hikayesini çok hızlı aktardı ama tütün-alkol-sağlık sektörü serüveni dönüşümünde aktaracağı daha çok şeyler olmalı. Oğuzhan Süral’ın altını çizerek not ettiğim cümlesi şu oldu: “Hastaneler, ameliyat ve hastalıktan para kazanıyorlar. İşin wellness tarafını biz kendimiz halletmeliyiz. Wellness hiçbir zaman arz edilmeyecek bir konudur.”

Onun dışında Ali Sami Aydın’ın konuşma içeriği de beni etkiledi. Aydın, firmasının ürün ve sektör genişletmek üzere hazırladığı paraşüt kumaşı, çadır kumaşı gibi ürünlerinde yaşadıkları “başarısızlıkları” aktardı. Üzerinde sıkça durduğu şey, “denemeden bilemezsiniz” oldu. Bu önemliydi. Bugün hem paraşüt hem de çadır kumaşı konusunda firma Kızılay, Savunma Bakanlığı gibi kurumlara ciddi miktarda ürün üretmekteymiş. Ama bugün o ürünler üretiliyorsa, o denemelerin sayesinde.

Bunun dışında Aydın, liderlik konusundan bahsetti. “Lider doğulur, lider olunmaz” konusunun bir efsane olduğunu dile getirdi. Bütün insanlar iyi yetiştirirse kendini, lider olabilir. Hiçbir insan lider doğmamıştır diyerek sözlerini tamamladı. Ali Sami Bey’i dinlemek bana çok keyif verdi. Yolları açık olsun.


CEM VEDAT IŞIK | HERKES İÇİN YAPAY ZEKÂ

Cem Bey’i sade ve anlaşılabilir sunumu için tebrik etmek gerek. Acele etmeden, tane tane ve gayet net aktardı bilgilerini.

 "Herkes için" söyleminden kasıt, “insanların bütünü tarafından kolayca anlaşılabilir” ve “her derde deva” olduğudur.

 Bundan 3 yıl öncesine kadar bir veri seli vardı. Anlamlandırılamayan veri üretiliyordu.

 Veri için yeni petrol deniliyor. Yani rafine edildikten sonra tüketime sunulan çok değerli bir kaynak.

 Artificial Intelligence (AI) / Machine Learning / Deep Learning farkları:
   AI: Sistemlerin algılayabilmesi, sebep-sonuç ilişkisi kurabilmesi, karar alabilmesi ve kendini uyarabilmesi.
  Machine Learning: Daha çok veri ile kendini daha başarılı hale getiren yöntemlerin kullanılması.
  Deep Learning: Çok miktarda verinin, yapay sinir ağlarında işlenerek, anlamlı ortak yanlarının kendiliğinden çıkarılması.

 Örneğin Machine Learning’de bir kedinin parametleri işlenir: Dört ayaklı, minik patili, iki gözlü, iki kulaklı, bıyıklı burunlu, kabarık tüylü, uzun kuyruklu gibi. Bir kedi fotoğrafını da sistem algılar. Ancak yerde yatan ve sırtı dönük bir kediyi bu sistem algılayamaz. Machine Learning bunu algılayan sistemdir. Yani dijital asistana "yanıma şemsiye alayım mı?" diye sorduğunuzda aslında havanın nasıl olduğunu kastettiğinizi algılayan bir sistem.

 Bazı spot rakamlar:
  - 10 yıl içinde kaybolacak mesleklerin oranı %16
  - 20 yıl içinde AI tarafından yapılabilecek mesleklerin oranı %47
  - İnsansız hizmet edilecek müşteri oranı %85
  - 2013’de AI, 4 yaşında bir çocuğun IQ’suna sahipti.
  - 2019’da AI, bir yetişkinin IQ’suna sahip olacak.
  - Türkiye’de yaratılacak iş hacmi 600M$
  - Automatic Driver ile 10 yılda engellenecek trafik kazasına bağlı ölüm 300,000


HANZADE ACAR | HİKAYELERİN DUYGUSAL ZEKA ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Hanzade Hanım’ın sunumu adeta bir terapi gibi geldi dinleyenlere. Hem derinden çalan tınılar, hem kendisinin ses tonu, hem anlattığı konu itibariyle zihnimize küçük bir rahatlama seansı sundu. Konu hikaye anlatımının önemi üzerine olunca "bakın hikayeyi de böyle anlatmalısınız" der gibi, hem işitsel, hem görsel bir sunum yaptı. Hanzade Hanım’ın anlatımı benim karakterime çok uysa da, çoğu dinamik işletme için risk teşkil edebilir düşüncesindeyim.

 Hikayenin bir tarifi yoktur. Özneldir hikaye. Önemli olan, o hikayenin mutlu sonla bitmesi. Dirençleri kırmanın en iyi yolu hikaye anlatmaktır. Duyguları aktifleştirir.

 Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Her şeyin iç yüzünde bir hikayesi vardır aslında.

 İş hayatı-özel hayat gibi bir ayrım yoktur. Tek hayatımız vardır. (Bu vurguyu geçen seneki Meetup’da Mehmet Semih söylemez de yapmıştı. İlgilisi için geçen senin notları buradadır.)

 Hikaye ile iletişim kurmak o kadar kolay ve etkilidir ki, liderlerin de genelde bu yöntemi kullandığını görürüz.

 Bizim topraklarımız da hikaye anlatımına gayet müsaittir. Nereyi kazsak oradan bir hikaye çıkıyor. Ama bilmek yetmiyor. Bildiklerimizi hayata geçirdiğimiz sürece bilgi anlam ifade eder.


 Hikayeler ruhun datalarıdır. Hikaye dinleyen bir kişinin beyninde aydınlanmalar olur.

 Elektrotların hareketlendirdiği bölgeler duyguları da yönetiyor. Anlatan aynı, hikaye aynı, hikaye aynı, ortam ve ses tınıları aynı olsa bile anlatılan lisan farklı ise elektrotlar hareketlendirmiyor. Dolayısıyla hikayenin dinleyiciyle aynı “Kültür” düzleminde olması gerekiyor.

 Bugün şirket yöneticilerine düşen en önemli görevlerden biri çalışanlarla ortak noktalar bulup bir senkronizasyon oluşturmalarıdır.

 Hanzade Hanım sunumda toplam 3 hikaye anlattı.

Mustafa Güzelgöz (Eşekli Kütüphaneci)
- Molla Cami (Bize hint tapınağına girmek isteyen keşişin hikayesi olarak yansımıştı bu içerik. Maalesef.)


ALİ ERHAN TAMER | YAPAY ZEKA ÇAĞINDA PAZARLAMA ZEKASI

 Yıllar önce çekilen Minority Report filmi bugün konuştuğumuz tüm teknolojik gelişmeleri çok net anlatmaktadır.

 Dünyanın en büyük bankası, hastanesi vs Google, Facebook gibi şirketler olacak.

 Marketing AI ve etkileri üzerine hazırlanan tablo dikkatli incelenmeli. (solda)

 Gatner, raporlarında pazarlamacıların IT’cilerden daha fazla teknoloji odaklı bütçe kullanacağını öngörüyor.

 Bugün dünyadaki “data”nın %20’si biçimlendirilmiş. %80’si halen biçimlendirilmemiş bir yığın olarak duruyor.


 Önümüzdeki dönemde “Zero UI” şeklinde bir dönüşüm olacak. Yani bankalar vs kullanıcı arayüzleri için tasarım yapmayacak, tüm hizmetler bu şekle dönecek. Tek ekran ve sesli komutlar üzerinden yapılan işlemler.


ALP SEZGİNSOY | YAKASIZ ÇALIŞANLAR: İŞİN GELECEĞİ VE İŞGÜCÜNÜN (D)EVRİMİ
 Tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine geçerken bugünkü roller yoktu. Bugün yaşadığımız süreçte de benzer bir değişim içindeyiz.

 İş 1.0 – Herkes bir firmada çalışıyor.
  İş 2.0 – Freelancing, bağımsız çalışma popüler.
  İş 3.0 – Platform Devrimi. Çalışma artık on demand. Bulut iş güçü. Yakasız çalışanlar.

 Yani önümüzdeki dönemde firmalar film yapımcıları gibi çalışacaklar. İhtiyaca göre ekip kuracaklar, işlerini hallettikten sonra ekip başka işlerde devam edebilecek.

Geleceğin İş Gücü
Önce
Sonra
Yetenek havuzu coğrafyayla sınırlı.
Sadece yerel çalışanlara erişim.
Büyük yetenek havuzu, esnek erişim.
Dünyanın her yerinden en iyileri işe almak mümkün.
Küresel fırsat yönetimi.
Sözleşmeler sürekli.
Çalışanlar yalnızca bir şirket için çalışıyor.
Çalışanlar farklı müşterilerle,
farklı projelerde çalışıyor.
Ofiste geçirilen süre karşılığında
aylık maaş ile çalışma saati.
Çalışma saatleri esnek.
Günlük/saatlik ya da sonuç bazlı.
Bilgi paylaşımı çok kısıtlı. Adeta kilitli ve koruma altında.
Sınırlı paylaşım teşviği.
Tamamen paylaşıma açık bilgi devri.
Sosyal tanınmanın teşviği.
Uzun vadeli planlar ve sabit süreçler.
Hızlı deneysel yöntemler ve sürekli
öğrenmek için alınan kararlar.
Sabit rollere dayalı statik ve hiyerarşik yapılar.
Esnek, akışkan ve dinamik görev,
rol ve ekipler.

Geleceğin tahmini meslekleri ve önem dereceleri

12 Mayıs 2017 Cuma

Marketing Meetup Future Notları

9 Mayıs Salı günü Kültür Üniversitesi’nde genç ve enerjik Pazarlamasyon ekibinin organize ettiği Marketing Meetup Future etkinliği gerçekleşti. Yine yoğun bir programdı ve birbirinden değerli konuklar vardı. Emeği geçenlerin ellerine sağlık.


Katıldığım etkinlik notlarıma alışık okuyucular, genelde konuşmacılar ve sunumlarında gerçekleştirdiği içerikler hakkında not tuttuğumu ve daha sonra başlıklar halinde yazdığımı bilirler. Bir sunumu dinlerken tivit atma işinde ego haricinde bir maksadın olduğunu düşünmediğimden, not tutmayı ve yazmayı tercih edenlerdenim. Lakin bu defa çok fazla not tutamadım. Çünkü konuşmaların içine giremedim, çünkü içselleştiremedim. Beni çeken 2 konuşma vardı. Daha konvansiyonel konuşmalar belki. Bir konuk “işçi değil insan” diğer konuk “tüketici değil insan” dedi. Bu notlar da bende kaldı. Son iki konuşmaya seyahat biletim nedeniyle kalamadıysam da bu son ikinin dolu geçtiğine dair yazılanları okudum. Kısmet.

Organizasyonun bir üniversitede gerçekleştiriliyor olmasından gerek, konukların dinleyicileri junior statüsüne koymalarını yadırgadım açıkçası. Necip Bey bir ara yaş ortalamasının çok da düşük olmadığını iletti gerçi ama (34 kalmış aklımda) bu algı pozitif mi negatif mi soru işareti. 

Adaptasyonda zorlandığım içerikler haliyle gelecek zaman kipiyle süren ve içinde bol bol robot, IoT, büyük veri, Mars, fintech, Elon Musk, Uber ve kahve makinası kavramlarını barındıran içerikler oldu. Evet kahve makinası. Apple ve Steve Jobs hiç anılmadı. Zaman dar, konuşmalar dolu, içerikler yoğundu. Ürkütücü buldum özetle.

Yoğun not aldığım iki sunumu başlıklar halinde yazıp diğerlerini paragraflarda belirteceğim.

Duygusal Sermaye – Mehmet Semih Söylemez

Öncelikle Mehmet Bey’in “pozitif duyguların birikimi” şeklinde birkaç kelimeyle aktardığı Duygusal Sermaye kavramının ne olduğunu biraz daha merak edenlerin; 2012 yılında bir çırpıda ve büyük bir iç huzuruyla okuduğum kitap hakkında yazdıklarıma göz atmalarını tavsiye ederim. (Duygusal Sermaye)

Mehmet Bey AGT’nin süreçlerini aktardı. O kadar güzel de aktardı ki imrenmemek elde değildi. Nazar değmesin inşallah. Sunumun ortalarında P. Drucker’ın bir sözünü hatırlattı Mehmet Bey; “Kültür, stratejiyi kahvaltı niyetine yer” ve devam etti: “Biz kurulduğumuz günden beri insana ve insanî duygulara değer veren bir kurumduk. Takım olmaya inanan bir kurumduk. Yani bu bizim kültürümüzde var olan bir şeydi. Daha sonra bunun adının Duygusal Sermaye olduğunu öğrendik”. Üzerinde konuşularak belki koca bir gün geçirilebilecek bir kavram. 

Söylemez’in konuşmalarındaki satır başlarını kendi ifadeleriyle aktarıyorum:

- Başarısızlık öykülerine çok şey borçluyum.

- 2000 yılında 4 milyon olan ciromuz 2016 yılında 900 milyon olarak gerçekleşti.

- Kendi bünyemizde Virtual Reality, Augmented Reality, Yazılım vs gibi alanlarda çalışan 18 kişilik bir özel ekibimiz var.

- Bazen görüştüğüm işletme sahiplerine sorarım; “Tüm yatırımını mı kaybetmek daha zor, tüm ekibini mi?” diye. Genelde cevap “yatırım” olur. Ekibin bir şekilde tekrar kurulabileceğine dair bir inanış vardır. Ben tam tersini düşünenlerdenim.

- Kurulduğunda “Ahşabı Geliştiren Teknoloji” kelimelerinin kısaltması olarak markalanmıştır AGT. Kuruluş tarihi 1984! Bilgisayar yok, faks yok ve kurum ismini koyarken bile kültür kendini yansıtmış ta o yıllarda.

- Bütün bu üretim tesisleri, makineler vs ne için var? İnsan için, onun daha mutlu olabilmesi için. Peki biz tüm bu sistemleri kurarken “insan” olgusunu neden bir kenarda bırakalım? Ne anlamı var o zaman yapılan işin?

- Doğan Cüceloğlu’nun “El” metaforu bizi tanımlayan bir metafordur. Genelde başarı için eldeki en uzun parmak olan orta parmak olmak tavsiye edilir. En öndeki, en uzun, ek büyük vs. Ancak o elde baş parmak olmazsa o uzuv el olma özelliğini kaybeder. Her parmağın işlevi kendine hastır ve el olabilmesi için hepsine ihtiyaç vardır. Bizim kurumumuzda da "biz bilinci" vardır. Çünkü önemli olan “el”dir.

- İnsan; aklıyla değil, duygularıyla karar veren bir varlıktır. Biz o duygulara hitap edemiyorsak ilerleyemeyiz.

- İnsanın "özel hayat", "iş hayatı" gibi ayrımları yoktur. Bu bir illüzyondur. Bizim tek hayatımız var. Mutlu olanlar iş hayatında da mutlu özel hayatında da mutlu, mutsuz olanlar özel hayatında da mutsuz iş hayatında da mutsuzdur.

- Özel hayattaki problemleri “işe yansıtmamak” mümkün değildir.

- Başka bir sanayi kurumunda 10 yıldır çalışan bir işçi vardı. Çalışanın 10 yıldır tek bir iş kazası yok. Operatörlüğünü yaptığı makinede bir gün iş kazası yaptı ve maalesef vefat etti. Nasıl oldu da ilk iş kazası hayatına mal oldu? Daha sonra öğrenildi ki, o çalışan bir haftadır eşinden ayrı yaşıyormuş. Bizdeki kültür şunu gerektirirdi; o kişi ya eşiyle barışacak, ya boşanacak, ya izin kullanacak. Ama kesinlikle o iş makinesini kullanmayacak.

- Bunun için bizim anlaşmalı olduğumuz psikologlar vardır. Aile danışmanları vardır. Obezite sorunu için çalıştığımız doktorlar vardır. Bunun gibi 50 farklı konu ile ilgili çalışanlarımızın hayatlarına fayda sağladığımız madde sayabilirim. Danışmanlık ücretini kurum karşılar, kişileri açık etmez.

- Bu kültür sayesinde 30 yılda 1 kişinin hayatı kurtulduysa, 1 kişinin hayatına değer kattıysak buna değer.

- “Öngörü” kavramı yerine “Uzgörü” kavramını kullanmayı tercih ederim. Çünkü bizi bekleyen hazır bir gelecek yok. Onu biz hazırlayacağız.

- İş hayatında deneyim ve teknik bilgi gereğinden fazla önemseniyor. Kişinin Duygusal Zekasına (EQ) bakılmıyor. Halbuki deneyim ve teknik bilgi kuşun bir kanadıysa, EQ da diğer kanadıdır.

- Ayrıca teknoloji çok hızlı değişiyor. Nasıl bir teknik bilgi birikiminden bahsediyoruz?

- Bizim birlikte çalışacağımız ekibimiz için standart bir IQ yeterlidir. Ancak EQ’nun düşük olmaması gerek.

- Duygusal Zekadan yoksun bir insanın liderlik edebileceğine inanmıyorum. Yükseğe çıkan bir kişinin sonucuna bakıp aldanabilir yönetimler. Alttakini ezdi mi, mobbing uyguladı mı bunlar bilinmez. Tek başına çok yükseklerde uçması değildir bir kurum için kıymetli olan. Kaz metaforunda olduğu gibi diğer çift kanatlılarla uçabiliyor mu, ona bakmalıyız.

- Bana “Stratejiniz nedir?” diye sorarsanız önümüzdeki 5 yılı hızlıca anlatabilirim. Ancak “Kültürünüz nedir?” derseniz bunu anlatmak biraz zaman ister.

- AGT’deki kültürümüzden bir kesit olarak “AGT liderinin Özellikleri”ni söyleyebilirim. Kalbi Büyük – Zihni Berrak – Enerjisi Yüksek.


- “Kalp bir kenarda durakoysun” dersek, ilgili başarıya ulaştıktan sonra da insan maalesef mutlu olmuyor çünkü o başarıyı paylaşabilecek kimse kalmıyor yanında.

- “Başarılı girişimci” ile “iyi bir lider” farklı şeylerdir. Bunlar karıştırılıyor. İş hayatındaki başarı tek kriter değildir. Daha fazla, daha hızlı, daha vs tamam ama ne için?

- Bir karar verirken bile kalbiniz size 3 saniyede doğruyu söyler. Bir ortaklık yaparken içinizde kötü bir his olur, ama o anki para ihtiyacınız sizi ortaklığı yapmaya zorlar, daha sonra zarar görürsünüz. Bir kızdan hoşlanırsınız, kalbinizde bir tereddüt oluşur, ama kız çok güzeldir, zarar görürsünüz.

- Bunun için çok sevdiğim bir söz vardır: “Küçük kararları aklınızla, büyük kararları kalbinizle alın”.


Gelecekte kim var olacak? – Akan Abdula

Akan Abdula’nın sunumundan da çok keyif aldım. Muhtemelen benzer içeriği kendisinden ikinci kez dinlediğim için. Marketing Meetup 2016’da “Tutumlar ve Davranışlar” başlığı altında da bir sunum gerçekleştirmiş Akan Abdula. O etkinliğe katılamamıştım ama sunum ilgimi çekmişti ve Youtube’dan izlemiştim. Merak edenler Pazarlamasyon’un Youtube saydasından konuşmayı dinleyebilirler.
Tekrarını yadırgamadığım, görüşlerine katıldığım, desteklediğim, faydalı bulduğum bir içerik dinledim. Başlıkları da şöyle:

- Pazarlama’yı bir bilime dönüştürdük.

- Bir araştırma yapılmış (kaynağını not edemedim, iletilirse eklerim) ve tüketicilere “satın aldığınız herhangi bir tüketici ürünü, bugün yok olsa ne yaparsınız?” diye sorulmuş. Tüketicilerin %70’i “umurumda olmaz” demiş. Var olmaya çalıştığımız dünya bu. Yani markalar daha bugüne hazır değil ki geleceğe hazır olsun!

- Gece gündüz tespit yapıp geleceğe hazır olamayız. Bu süreçlerden dolayı Fütüristlerle biraz kavgalıyım.

- Gelecekte kim var olacak dersek, bugünü konuşmalıyız.

- Bir kurum bir fikre yatırım yapamıyorsa geleceğe hazır değildir.

- Tüketiciye değil, insana odaklanan kalır. Bilimsel bir yaklaşım ile, “tüketici” incelemeleriyle bir yere varamayız.

- Derin motivasyonlara odaklanan kalır. Güven-Birliktelik-Keyif-Canlanma-Bireyselleşme-Otonomi-Kontrol. İnsanlar bebek olarak doğuyor ve neredeyse bebek olarak ölüyor. Dolayısıyla Güven ve Kontrol yakın duygular. Fikir bulamazsak üretici olarak kalırız.

- Kültürel kodlara odaklanan kalır. Kader-Keder-Umut

- Otopilotlara odaklanan kalır. İnsanda 2 Sistem vardır. Sistem 1 – Bilinçsiz/Sezgisel, Sistem2 – Bilinçli

- Hata ekonomisine odaklanan kalır. Fikirler hatalardan çıkar. Muhteşem sonuçlara baktığımızda yeni fikirler bulamayız.

- Kanala odaklanan kalır. Önce kanal, sonra markaya odaklanılmalı. Marka önemli elbet ama marka putperesti olmamak da önemli.

- Küçük/Basit fikirlere odaklanan kalır. Milyonları biliyoruz, daha küçük paylar hakkında fikrimiz yok.

- Mecra kazanabilen kalır. 360 derece iletişim değil, 365 gün iletişim.

- Zihinsel imgelere odaklanan kalır. İnsan imgelerle düşünür. Tüketici araştırmalarında, fokus gruplarda imgelerle düşündüğü şeyleri kelimelere dökmesine zorluyoruz insanları. Metaforlara odaklanın.

- İçgörüyü teknolojiyle destekleyen kalır. Modelleri düşünce yerine koymak yanlış olur. En büyük problemimiz yurt dışındaki modelleri alıp aynen uygulamak. İçimizi kazımayız böylelikle. İçimizi kazımazsak da yeni modeller, yeni fikirler geliştiremeyiz.
--

Veri ve Yapay Zeka başlıklı konuşmasında Cavit Yantaç; insanın basit seçim algoritmalarından, bilgisayarların seçim algoritmalarına doğru bir yolculuğa çıkardı dinleyicileri. Bir tüketicinin biber seçerkenki algoritması neyse sürücüsüz bir aracın da benzer bir algoritmada dizayn edildiğini aktardı.

- Sürücüsüz araçlar hata yaptıkça, kaza yaptıkça daha iyi araba kullanmayı öğreniyorlar.

- Biz değişimin farkına varamazsa 24 milyar dolar olan ihracat kalemimiz tehlikede demektir.

- Cortana ya da Siri ile ne kadar etkileşime girerseniz, size yardımı o kadar artacaktır. Onların bizi anlamasına olabildiği kadar fırsat vermemiz gerek. Çünkü bilgisayarlar kullandıkları veriler ile daha efektif sonuçlar verir. (Bu gerçekten gerekli mi, değil mi bilmiyorum. Aklıma ister istemez “i,Robot” filmi geldi)

- Mobil uygulamalar üzerinde çalışıyorsanız üzgünüm ki zamanınızı yanlış şeyler üzerinde tüketiyorsunuz. Çünkü mobil uygulamalar üreticinin/yazılımcının kullanıcı adına tasarladığı bir dünya. Zaman, deneyimleyenin kendi tasarladığı bir sürece doğru gidiyor.

- Makinalar insanları anlamaya başladığında sadece ses olarak algılamayacak. Duygularını da anlayacak. (İfadelerimizi evet anlayabilir ama duyguları anlayacak mı gerçekten? Bir makine gönlümün ferahladığını, yüreğimin titrediğini anlayacak mı? Beni felsefî açıdan zorlayan, manevi açıdan düşündüren, insanî açıdan ürküten bir başlık)

- Şu andan yapılan mesleklerin bir çoğu 2030’da olmayacak. Bu deneyimleri tasarlayan insanlar olacak. (İşte bu düşünceler beni gerçekten besicilik, tarım, yetiştiricilik veya herhangi bir ziraat işini öğrenme konusunda kamçılıyor gerçekten.)


Reklamcılığın geleceği artık eskisi gibi değil başlıklı konuşmasına Arda Erdik reklam sektöründe klasikleşmiş olan bir sözü hatırlatmakla başladı: “Son yaptığınız iş kadar başarılısınızdır.” Daha sonra bizleri geçmişten geleceğe bir yolculuğa çıkardı. Saatli maarif takviminden Twitter’a, Turbo sakızlarındaki araba resimlerinden Instagram ve Pinterest’e, Telsiz’den radyoya geçişi hızlı ve keyifli bir sunumla aktardı. Bu süreç içinde mecraların değiştiğini, ancak insanoğlunun pek de değişmediğini hatırlattı dinleyicilere. Tüm bu anlatımlarını toparladığı son cümlesi dikkate değerdi: “Gelecek hep gelecek ama insanın özü hiç değişmeyecek. İletişimde de geleceği tahmin etmeye çalışanlar değil, bugüne ayak uyduranlar kazanacak.”

Ödeme sistemleri yolculuğum başlıklı sunumunda Yunus Emre Güzer dinleyicileri fintech konusunda dünyadaki trendler ışığında bilgilendirdi. PayU’nun bağlı bulunduğu 1915’de kurulan Naspers’ın hikayesini aktardı. Firmanın kendini 5-10 yılda bir yenilediğinden bahsetti. Geleceğin de adaptasyon ile ilgili olduğunu söyledi. Güne, çağa, iş yapış şekline, teknolojiye kendi işini adapte edemeyenlerin gelecekte de var olmasının zor olduğunu söyledi. Sadece ilgili sektör değil, tüm sektörleri bağladığını düşündüğüm “disruption” kavramından bahsetti. “Disruption” kelimesini "bir sektörü rahatsız eden yıkıcı inovasyon" şeklinde anlamlandırdı. Örnek olarak “gitti gidiyor”dan, “getir” sistemine doğru giden bir rahatsızlık ve iş yapış biçiminden bahsediliyor. Getir’inde bu arada Naspers girişimi olduğunu ve bu global oluşumda Türkiye’de sadece 2 kişinin istihdam edildiğinden bahsetti. Turkcell’in bir boşluk görerek "bip" yatırımını yaptığını düşündüğünü iletti. Ortaya belki de Turkcell’den çok daha iyi hale gelecek bir işin temelini attığını ve emin adımlarla ilerlediğini aktardı. Belki de sunumdaki kilit cümle: “Kendi işiniz yıkıcı bir inovasyonla rahatsız edilmiyorsa (disrupt) başka bir işi inovasyonla rahatsız edebilecek (disrupt) şeyler ortaya koymalısınız”


Mars’a Yolculuk başlıklı video konferansta Dr. Umut Yıldız NASA’nın Mars çalışmalarından bahsetti. Mars’a robot yollamakla insan yollamanın çok farklı olduğunu dile getirdi. Yemek, su, pskoloji vs gibi pek çok etkenin var olduğundan bahsetti. Ayrıca ince atmosferden dolayı Mars’a iniş konusunun da ayrı bir sorun olduğunu iletti. Dünya’da şans eseri (!) yaşadığımızdan, her an bir asteroid parçasının Dünyamıza çarpmasının ihtimaller dahilinde olduğunu söyledi. (Bu kadar şans eseri (!) yaşadığımız bir dünyaya yerleşme savaşlarımızı bir düşünce notu olarak bırakalım buraya…) 

Anlatılanlar elbette güzel bir deneyim oldu bizler için. Malumun ilamı olur diye belki ama “The Martian” filminin adı hiç geçmedi. İzlemeyenler için tavsiye olunur. Sunum bitip ara verilince arkamdan geçen iki gencin konuşmasını duydum yanlışlıkla: “Çok basic bir dil kullandı, öyle scientific şeyler falan da yoktu…”


Robotlar çağında biz sunumunda Ozan Onat mevcutta kaybolan mesleklerden ve yeni oluşan mesleklerden bahsetti. Ancak önümüzdeki dönemde oluşacak mesleklerin daha yıkıcı bir etkisinin olacağını vurguladı. Kaygılanmamız gereken bir takım durumların olduğundan bahsetti. Önümüzdeki  10 yılda iş yapış biçimlerinde ABD’de %50’ye yakın, Çin’de ise %80’e yakın robotlaşma oranının olacağından bahsetti. Bu da ülkeler için potansiyel istihdam sorunları ve ekonomik sorunlar oluşturabilecektir. Örneğin sürücüsüz araçlar yaygınlaştığında sadece taksi şoförü etkilenmeyecek bu süreçten. O şoförün öğlen yemek yediği restoran, çay için uğradığı kafe vs de bu süreçten etkilenecektir. Yani bu durum bir zincirleme etki oluşturacaktır. 

Robotlaşma olacak elbet ancak Merak, Sorgu, Empati, Liderlik, İnsan Yönetimi gibi işlerin ve duyguların robotlar tarafından gerçekleştirilemeyeceğini dile getirdi. Bu süreç içinde yapılması gereken bir takım öneri listesi sundu;

- Değişime ayak uydurmalıyız.

- Yaratıcılığı, İnovasyonu, yeni fikirleri, girişimciliği desteklemeliyiz.

- Kodlama yeni İngilizce’dir.

- Yeni nesillere ezberlemeyi değil merak etmeyi, deneyimlemeyi aşılamalıyız.

- Yaşam boyu öğrenmeye açık olmalıyız.



Oyunlaştırma sunumunda Ercan Altuğ Yılmaz oyun oynamanın tersinin depresyon olduğunu söyleyerek sunumuna başladı. Oyunun tarihin her evresinde aslında var olan bir olgu olduğunu belirtti. Bu süreçte aşık atmak, zar atmak, PES atmak gibi evreler ile günümüze geldiğinden bahsetti. Pazarlama ve şirket yönetiminde bu sürecin devreye alınmasında da eğlence değil davranış değişikliği hedeflendiğinin ve gerçekleştiğinin altını çizdi. Hedef problem çözmek. Bu çözüm yolunda da oyun bir araç. Standarda bağlanmış ödülsü yaklaşımların performansı artırmadığını iletti. Twitter rozet uygulaması gibi örneklerin kullanıcılarda bir motivasyon oluşturduğu ve statü sağladığından bahsetti. 

Ninja Kaplumbağalar’da Splinter Usta’nın Michalangelo’yu pizza ile motive ederken Leonardo’yu konuşarak motive ettiğinden; yani ekipteki herkesin aynı içerik ile motive olmadığının küçük bir örneği olduğunu aktardı. Yemek Sepeti’nin “Lezzet Muhtarları”nın da benzer gerekçeler ile ortaya çıkmış ve sürekliliği sağlayan güzel bir yaklaşım olduğunun altını çizdi.